Bir Türk Masalı Feslikancı Kız

Bir-Masal
Feslikancı kız

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer top oynarken eski hamam içinde. O yalan, bu yalan, eşeğe vurdum kolan, bizim sözün hepsi de yalan. Yalan olmaya yalan ya, bir kerecik de siz dinleyin. Dinlemek de sevapmış.
Bir varmış, bir yokmuş bir Feslikancı kızı ile bir de Beyoğlu varmış. Feslikancı kızı altın nalınlarını giyer, tıkırık fışşık, tıkırık fışşık bir o yana, bir bu yana salına salına köşke çıkar feslikanları sularmış. Feslikancı kızının köşkünün karşısında Beyoğlu’nun konağı varmış.
Beyoğlu hergün pencereye gelir, Feslikancı Kızı’nın köşke gelişini, feslikanları sulayışını seyredermiş. Birgün böyle, iki gün böyle, kısacası, Allahın her günü böyle, derken günlerden bir Feslikancı Kızı yine köşke feslikanları sulamaya çıkmış. Beyoğlu da pencereye gelmiş. Beyoğlu: – Kız Feslikancı kızı, Feslikancı kızı. O feslikanlan sularsın, ekersin yaprağı kaçtır bilir misin? Demiş.
Feslikancı kızı, hiç ağzını açmayarak eve dönmüş. Dadısına Beyoğlu’nun söylediklerini anlatıvermiş Dadısı da:
– Hiç merak etme kızım sen, onun kolayı var. Sen feslikanlan sulamaya çıkınca O, yine sana O sözü söylerse sen de ona dersin ki:
«Sen de bir Beyoğlusun, okursun, yazarsın: gökte yıldız kaçtır bilir misin?» Bakalım O, cevap verebilecek mi? demiş. Ertesi gün Feslikancı kızı, ayağına nalınlarını giyip, tıkırık fışşık ettirerek feslikan köşküne çıkmış. Kızı gören Beyoğlu da, pencereye gelmiş. Kıza: – Kız Feslikancı Kızı, Feslikancı Kızı! O fesli kanlan sularsın, ekersin yaprağı kaçtır bilir misin? demiş. Kız da dadısının söylediği söz aklına gelerek.
– Sen de bir Beyoğlusun. Okursun, yazarsın gökte yıldız kaçtır bilirmisin? demiş. Beyoğlu ne yapacağım şaşırmış. Kulaklarına kadar kızarmış.
– Vay canına be! Ben sana sorarım. Demiş içinden. Sonra pencereden çekilip gitmiş. Kız ise feslikanlan neşeli neşeli sulamış ve sonra eve dönmüş.
Beyoğlu, günlerce düşünmüş taşınmış «Kızdan öcümü nasıl alayım» diye. Nihayet aklına kızın en çok neyden hoşlandığını öğrenmek gelmiş. Araştırmış soruşturmuş, öğrenmiş ki, kız en çok balık etini severmiş. «Güzel» demiş. Birkaç torba balık almış, bir katta balıkçı elbisesi yaptırmış. Yaptırdığı el­biseleri giymiş, balık torbalarını omuzuna almış. Feslikancı kızının evine yaklaşınca:
– Balıkçı! Balıkçı geldi! Taze, taze balıklar!, diye bağırmaya başlamış.
Balık sesini duyan dadı kıza koşarak:
– Hanım! Hanım bak balıkçı gelmiş! demiş. Kız da:
– Çağır bakalım nasıl balıkmış görelim, demiş. Dadı koşmuş, balıkçıyı çağırmış. Kaça sattığını sormuşlar. Ba­lıkçı:
– Bir şeftaliye! cevabını vermiş. Dadı Hanımını yanına çekerek:
– Ne olur hanımcığım bir şeftaliden. Kapının ardında veriverirsin olur biter demiş. Kız da balıkçıya kapının ardında bir şeftali vermiş, balıkları almış. Balıkçı da çekip gitmiş. Ertesi gün Feslikancı Kızı, feslikanlan sulamak için köşke çıkmış. Beyoğlu da pencereye gelmiş:
– Kız Feslikancı Kızı, Feslikancı Kızı! O fesli kanlan ekersin, sularsın yaprağı kaçtır bilir misin? demiş. Kız da:
– Sen de bir Beyoğlusun! okursun, yazarsın gökte yıldız kaçtır bilirmisin? demiş. Beyoğlu:
– Haydi kızım haydi! Bir torba balığa bir şeftali veren değil misin?
demiş. Kız bunu duyunca kurşunla vurulmuşa dönmüş. Çabucak eve dönmüş.
Beyoğlu ertesi gün tekrar pencereye çıkmış, fakat kız gelmemiş. Saatlerce beklediyse de bir türlü kız feslikanlan sulamaya gelmezmiş. Diğer gün­ler gelir diye ümit etmiş ise de yine gelmemiş. O güzel feslikanlar susuzluktan sararıp solmuşlar. Birçokları da kurumuş. Bir taraftan da Beyoğlu feslikanlar misali sararıp solmuş. Çünkü kıza âşıkmış. Onu görmese edemezmiş. Feslikancı kızı feslikanları sulamaya gelmeyince onu, göremez olmuş. Göremeyince de hasretine dayanamayarak hastalanmış. Birçok doktorlar getirtmişler, bir türlü çaresini bulamamışlar. Gel bunda, git bunda derken hastalık geçeceği yerde hiç hiç artmış.
Feslikancı kızı dadısının tavsiyesi üzerine bir doktur urubası diktirmiş. Urubayı giymiş. Beyoğlu’nun konağına yaklaşaraktan:
– Doktorum, zarrafım, her dertlere dermanım, her şeylerden anlarım. diye bağırmaya başlamış. Bunu duyan hizmetçiler Beyoğlu’na haber vermişler. Beyoğlu da:
– Getirin diye emir vermiş. Hizmetçiler doktoru eve almışlar. Beyoğlu’nun odasına götürmüşler. Doktor Beyoğlu’nu muayene etmiş. Sonradan Beyoğlu’na:
– Bunda korkulacak bir şey yok. Hamama gireceksin. Kıçınıza nişadır soğanı sokacağız. Yirmi dört saat terleyeceksin, sonra da nişadır soğanını alacaksın. Bunu yaptıktan sonra bir şeyiniz kalmaz, demiş. Hamama katmışlar, kıçına nişadır soğanı sokmuşlar. Doktor işini bitirince evine dönmüş. Aradan yirmidört saat geçince Beyoğlunu hamamdan çıkarmışlar.
Öcünü alan Feslikancı kızı, feslikanları sulamaya çıkmış. Feslikancı kızının köşke çıktığını gören Beyoğlu, sendeleyerek pencereye gelmiş. Sabredemeyerek kıza:
– Kız Feslikancı kızı Feslikancı kızı! O feslikanları ekersin, sularsın yaprağı kaçtır bilir misin? Demiş. Feslikancı kızı da:
– Sen de bir Beyoğlusun! okursun, yazarsın gökte yıldız kaçtır bilirmisin? demiş. Beyoğlu da:
– Haydi kızım haydi; bir torba balığa bir şeftali veren değil misin? demiş. Kız da:
– Haydi oğlum haydi! Kıçına nişadır soğanı sokturupta yirmi dört saat terleyen sen değil misin? demiş.
Beyoğlu; «Ben bunu nasıl elde edebilirim.» diye düşünmeye başlamış. Elçiler göndermiş fakat kız: «Varmam!» dermiş, Beyoğlu defalarca elçi göndermişse de kızın gönlü bir türlü olmamış. Gel bunda, git bunda derken zor şer gönlünü etmişler. Etmişler ama bir şartla. Beyoğlu’nun parmağında bir yüzük varmış. Dünyada eşi yokmuş. Kimseye de vermezmiş. Eğer bu eşi yok, nadir yüzüğü kıza takarsa, kız varacakmış. Beyoğlu da kabul etmiş. Feslikancı kızına yüzüğü takmışlar. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar ve evlenmişler.
Beyoğlu evlenişinin dördüncü günü gelini halâya atıvermiş. Gelin halâda bir yol bulmuş. Gide gide bir kapıya rast gelmiş. Kapıyı açınca karşısına koskoca bir saray çıkmış. Saray da kimsecikler yokmuş. Fakat her türlü yiyecek, her türlü giyecek, kısacası canının her istediği varmış. Yoksa dahi O anda var olurmuş. Gel zaman, git zaman derken aradan dokuz ay on gün geçmiş. Feslikancı kızının iki oğlu dünyaya gelmiş.
Aradan aylar geçmiş, yıllar geçmiş. Nihayet Bey oğlunun düğünü başlamış. Bunu Feslikancı Kızı her nasılsa duymuş. Bu sırada çocuklar da bü­yümüşler. Onları giydirmiş, kuşatmış. Büyücek çocuğun parmağına babasının taktığı yüzüğü takmış. Doru bir ata bindirmiş ve onlara:
– Babanızın yanına oturun, akşamüzeri de eve dönün demiş. Sonra da çocukları uğurlamış.
Çocuklar halâdan çıkıp, atı koşturarak babasının konağına varmışlar, atı güzelce bağlayıp, babalarının yanına oturmuşlar. Beyoğlu büyük çocuğun parmağındaki yüzüğü görmüş içinden «Allah!» demiş. «Bu yüzük benim yüzüğe benziyor. Halbuki benim yüzük, karım ile beraber halâya gitti.» demiş. Çocuklara dikkatlice bakınca, kendisine benzediğini anlamış. Fakat ses çıkarmamış. Akşam olunca çocuklar ata binmişler ve analarının yanına dönmüşler, ikinci gün yine aynı şekilde giyinmişler, ata binerek babalarının konağına varmışlar. Atı bağlayıp, babalarının yanına oturmuşlar. Beyoğlu yine çocuklara dik dik bakmağa başlamış. O gün akşam olunca yine analarının yanına dönmüşler. Çocuklar düğün süresince bövle gelip gidiyorlar. Nihayet gelin geliyor. Çocuklar da ata binip halânın yolunu tutmuşlar. Beyoğlu da bunları takip etmiş. Çocuklar vara, vara halâya varmışlar. Oradan içeri girmişler. Beyoğlu da girmiş. Gide gide bir kapıya rast gelmiş. Kapıyı açınca koskoca bir sarayla karşılaşmış. Saraya girmiş, birde bakmış bir kadın var. Kadının yanına yaklaşmış. Hayretler içinde dona kalmış. Eski karısı Feslikancı Kızı hâlâ yaşıyor ve o iki çocuk da onun çocukları… Ne yapacağını şaşırmış. Sonra kendini toplamış. Karısını ve çocuklarını alarak, konağına gelmiş. Yeniden kırk gün, kırk gece düğün varmış ve evlenmişler. Onlar ermiş muradına…