Eşikler;
varacak yeri,
gidecek yuvası olanlar,
yüreğinde sıla hasreti taşıyanlar için yapılmıştı.
Pinhan
Bir ülke ki, adı sanı duyulmamış; bir ülke ki, kitaplarda adına hiiiiç rastlanmamış; bir ülke ki, ninnilerde ona yer verilmemiş; bir ülke ki, masallar bile onu tanıtamamış…
Bir ülke ki, onu bir kişi dilemiş…
Bir ülke ki, adını o bir kişi vermiş: Çonkazat…
Çonkazat, yazı kışı bembeyaz karlarla kaplı dağlarla çevrili, büyük bir ovada kurulu bir ülke imiş. Dağlar geçitvermez; sur misali korurmuş ne minik, ne de koccaman olan bu ülkeyi. Ova yemyeşil çayırlarla kaplanırmış yazda, kışta da dağların beyazlığına bürünürmüş.
Bir yaz başı, etrafta çiçek kokusu ağaçların, saraydan çıkmış padişah. Orta boylu, üzerinde gök mavisi bir kaftan… Önce bir bakınmış şöyle bir dağlara, ‘çok şükür’ demiş. Sonra bir bakınmış şöyle bir ırmağa, ‘çok şükür’ demiş. Bir de ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, bakmış, ‘çok şükür’ demiş. Dönmüş saraydan içeri girmiş. Birden çocuk çığlıkları doldurmuş havayı: “masalımızı isteriz… isteriz, isteriz, masalımızı isteriz!!”
Tok ama sevecen bir ses başlamış hergünkü masalı baştan sona anlatmaya:
“Bir varmış, bir yokmuş; yokların az, varların çok olduğu topraklarda birbirlerinden ayrı ayrı yolculuk yapan kırk tane adam varmış. Her birinin geldiği yön başka, geldiği ülke başka, geçmişi başka başka, dinleri başka başka, giysileri başka başkaymış. Sırtlarında minik heybeleri yürür de yürürlermiş sabah akşam. Kaç şehir geçmişler, kaç ülkeyi geride bırakmışlar, kaç kişi onları görmüş de konuşmamışlar… ‘yabancının biri geçti buradan’ diye başlayan cümleyle kaç kişiye onları anlatmışlar bilinmez, bilinmez ama her gören bir diyecek bulmuş işte.
Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovalamış. Birgün bu kırk kişiden biri, bir ilkbahar sabahı o mis kokulu ağaçlar arasından kıvrıla kıvrıla akan ırmağın kenarında, bu kırk kişiden birini otururken görmüş. Usulca yanaşmış yanına, ‘gecen haleli, günün güneşli olsun’ demiş. Hiç yüzünü çevirmeden karşılık vermiş adam, ‘her günün anlamlı, evin çatılı olsun’ demiş. Irmağın kenarına o da oturmuş, suyun akışını seyre dalmış.
Bu kırk kişiden üçüncüsü yaklaşmış ırmağa ve onları böyle otururken görmüş kenarda. ‘sofranız beraketli, ağacınız çiçekli olsun’ demiş. Kırk kişinin birincisi, ‘dostun çok, yolun tek olsun’ diye karşılık vermiş. Kırk kişinin ikincisi de, ‘kulakların çok işitsin, dilin az söylesin’ demiş. Kırk kişinin üçüncüsü onları dinledikten sonra ırmağın kenarında bir yer seçip oturmuş, suyun akışına kapılmış.
Kırk kişinin dördüncüsü yanaşmış bu sefer oturanların yanına. ‘kapınız açık, geleniniz çok olsun’ demiş. Birinci, ‘baharın uzun, ömrün bahar olsun’ diye karşılık vermiş. İkincisi, ‘bülbülün şen, gülün al al olsun’ demiş. Ücüncüsü, ‘güneşin sıcak, bulutların yağmurlu olsun’ demiş. Dördüncü de geçmiş oturmuş ırmağın kenarına.
Kırk kişinin beşincisi bu dört kişiyi görüp yanaşmış yanlarına. ‘kavganız az, bileğiniz güçlü olsun’ demiş. Birinci, ‘yolun doğru, suyun arı olsun’ diye karşılık vermiş. İkincisi, ‘kaderin güzel, yüreğin temiz olsun’ demiş. İkincisi, ‘ağacın küçük, kökü sağlam olsun’ demiş. Üçüncüsü, ‘evin sıcak, düşmanın ırak olsun’ demiş. Dördüncüsü, ‘işin rahat, çocukların sağlıklı olsun’ demiş. Beşinci de dinledikten sonra çekilmiş ırmağın kenarına oturmuş.
Bu kırk kişinin beşi böyle karşılaşmış bir ırmak kenarında. Bir süre sonra birinci azığını alıp, ‘ötelerden davet var, yola koyulma zamanı’ demiş ve yürümeye başlamış. İkinci de peşisıra doğrulmuş, ‘yol çeker, yel savura savura katar önüne’ demiş birincinin ardına düşmüş. Üçüncü davranmış bu kez, ‘kimi kim bekler bilinmez, o bilinmeze varmak gerek’ demiş ikincinin peşinden gitmiş. Dördüncü kalkarken yerinden ‘gün ola yolculuk bitmeye’ diyerek üçüncünün arkasından yürümüş. Beşinci de ‘gitmelerde bir sır gizli bulmak gerek’ demiş ve dördüncünün ardına takılmış.
Yürümüşler, yürümüşler gün batmış, ay aydan aydınlık salınmış semada, seher vakti ötmüş bir bülbül, devam etmişler yollarına. Beşi peşpeşe böyle giderken bu kırk kişinin altıncısı görmüş onları. Koşmuş yetişmiş. ‘yolunuz düz, adımlarınız sağlam olsun’ demiş. Ses çıkarmamış beşin beşi de. Oluvermişler altı kişi. Köyün birinden geçerken ard arda, pazar yerinde kırmızı güller satan yaşlı bir adam çıkmış karşılarına. Durmamışlar. Önünden usul usul geçerlerken önce birinciye, ‘bir hırkan olsun kırmızı’ diyerek güllerden birini vermiş. İkinciye, ‘bir halın olsun kırmızı’; üçüncüye, ‘bir şalın olsun kırmızı’; dördüncüye, ‘bir perden olsun kırmızı’; beşinciye, ‘bir yorganın olsun kırmızı’; altıncıya, ‘bir elbisen olsun kırmızı’ demiş ve herbirine kırmızı güllerinden birer tane uzatmış. Altısı, ellerinde kırmızı güller hiç ses çıkarmadan devam etmişler yollarına.
Bu kırk kişinin yedincisi güllü adamları görünce sokulmuş usulca yanlarına. ‘gül kokulu sevdalarınız olsun’ demiş ve onlarla yürüyüşüne devam etmiş.
Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler büyük bir gölün kıyısına gelmişler. Birinci durmuş önce, elindeki gülü, ‘hırkamı sana hediye ediyorum’ diyerek atmış göle. İkinci, ‘halımı sana hediye ediyorum’demiş; üçüncü, ‘şalımı sana hediye ediyorum’ demiş; dördüncü, ‘perdemi sana hediye ediyorum’ demiş; beşinci, ‘yorganımı sana hediye ediyorum’ demiş; altıncı da, ‘elbisemi sana hediye ediyorum’ demiş… yedinci de eline bakmış boş, ‘ben de tüm kırmızı gülleri senin için diliyorum’ demiş. Kan kırmızı boyanmış göl, gül rengine.
Oturmuşlar gölün kıyısına. Bu kırk kişinin sekizincisi uzaktan görmüş bu yedi kişiyi. Yaklaşmış yavaş yavaş. ‘dileğiniz gerçek olsun’ diyerek oturmuş yanlarına.
Birinci, ‘göz var yürek fetheder, yürek var dünyayı besler’ demiş
İkinci, ‘dağı taşı dilsiz belleme, ne der kim bile’ demiş
Üçüncü, ‘bitmeyecek sanma, her şey yiter birgün’ demiş
Dördüncü, ‘kar üstünde iz bırakmak kolay, sen yürekte bırakmaya bak’ demiş
Beşinci, ‘yavaş olsa da işin, doğru olsun sözün’ demiş
Altıncı, ‘ümidini kırma hiçkimsenin, dinle ve sus’ demiş
Yedinci, ‘kapılar kapalı olabilir, sanma içeride biri yok’ demiş…
Sekizinci de oturmuş, gölü seyre dalmış. Onlar böyle göl kıyısında tefekkür ederlerken dokuzuncu çıkagelmiş. ‘vardır her şeyin bir sebebi, sorusuz cevap olur mu’ diyerek oturmuş. Gölde dalga, güneşte ışık, ağaçta meyve, yerde toprak varmış. Onlar yüreklerinde olanı aramaya devam ederlerken böyle, onuncu çıkagelmiş. ‘hükümdar ola adil, etmeye zulüm’ demiş.
Birinci, ‘zulüm odur, yakar kavurur’ demiş
İkinci, ‘ısılık oddadır, sacda değildir’ demiş
Üçüncü, ‘od’un nerede olduğu bilinmez, bazı bazı yürektedir’ demiş
Dördüncü, ‘kimi yürekler dünyayı alır, kimi yüreğe incir çekirdeği sığmaz’ demiş
Beşinci, ‘dünya bir yoldur, her gelen bu yoldan geçer’ demiş
Altıncı, ‘yolun cok kolu vardır, kısa olan değildir her zaman doğru’ demiş
Yedinci, ‘bir doğru var, ya nereden gidile’ demiş
Sekizinci, ‘gitmek kolay, zor olan kalmak’ demiş
Dokuzuncu, ‘zor deyip kaçma, kolay ne var ki’ demiş
Onuncu, ‘her işte var bir hayır’ diyerek oturmuş gölün kenarına. Tam arkalarında yükselen ağacın ardından bir ses duymuşlar. Dönüp bakmışlar, bakmışlar ama kimsecikleri görememişler. Bir-iki dakika ya geçmiş ya geçmemiş aynı sesi tekrar duymuşlar. Onuncu, ağaca daha yakın olduğu için merak içinde ağaca yaklaşmış. Sağına bakmış, soluna bakmış; önüne bakmış, arkasına bakmış; bir de üstüne bakmış… Nafile, kimsecikler yok. Tam geri dönecekmişti ki, aynı sesi işitmiş: ‘ruzba dey londi, fers binal şöy bek’…
Onuncu şaşkın şaşkın bakınmış yine. Yok, hiçbir şey yok. ‘ruzba dey londi, fers binal şöy bek’… Aklından bunun ne anlama gelebileceğini düşünürken, dokuzuncu yaklaşmış arkasından, ‘güneşin battığı yer, yönünüz olsun’ diyor, demiş
Sekizinci, ‘aceleye gerek yok, yakındır’ diyor, demiş
Yedinci, ‘vakit hızla ilerliyor, durmayın’ diyor, demiş
Altıncı, ‘karanlık çökmeden, gölden uzaklaşın’ diyor, demiş
Beşinci, ‘göl taştı, topraklar kayboldu’ diyor, demiş
Dördüncü, ‘orası doğuda, onu bulun’ diyor, demiş
Üçüncü, ‘hangi dağın eteklerinde mavi, orada’ diyor, demiş
İkinci, ‘kırmızıyı boşver, yeşilde her şey’ diyor, demiş
Birinci, ‘siz beni anlayamazsınız; zor, cok zor’ diyor, demiş arkasını dönüp azığını almış yola koyulmuş.
İkinci, ses çıkarmadan ardına düşmüş birincinin; üçüncü ikincinin, dördüncü üçüncünün, beşinci dördüncünün, altıncı beşincinin, yedinci altıncının, sekizinci yedincinin, dokuzuncu sekizincinin ve onuncu da dokuzuncunun peşisıra yürümeye başlamış. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bir ince dereden geçip, bir dağın yamacısıra ilerlemişler. Kırkın onu, onu bir yerde büyük şehirleri geride bırakıp küçük köylerde konaklamışlar. Hangi hana ayak bastılarsa söz etmemişler; kelamı unutmuş gibi olanı biteni, geleni geçeni dilsiz seyretmişler.
Birgün böyle yollarının vardığı bir yerde, küçük bir hana girmişler. Köşelerde bir yerde duran masaya birinci yanaşıp oturmuş, ‘her bir lokmanın şükrünü unutma’ diyerek.
İkinci, ‘şükür etmekten bir an bile vazgeçme’ demiş
Üçüncü, ‘sen bilmezsen kıymet vermeyi, halin nice olur düşün’ demiş
Dördüncü, ‘bereketin nerede gizli olduğu bilinmez, dikkatli ol’ demiş
Beşinci, ‘bilmediğin neyse peşinden git’ demiş
Altıncı, ‘zorluklar olmadan kolaylığı anlayamazsın’ demiş
Yedinci, ‘kolayı iyi sanma yanılırsın’ demiş
Sekizinci, ‘yanılmak ne cok hayatta, sen yanılmamaya bak’ demiş
Dokuzuncu, ‘güvenme herkese, önce kişiyi oku’ demiş
Onuncu, ‘kişi özü sözü doğru olmalı’ demiş.
Onlar böyle otururlarken, uzaktan kırkın onbiri onları seyrediyormuş. Yaklaşmış ve ‘en güzeli dostça yaşamak, kavga niye’ diyerek onuncunun yanına oturmuş. Hancı herbirinin önüne birer kase sıcak çorba koyarken, ‘niye yaşar insanoğlu yemek-içmek için’ demiş.
Birinci, ‘mâna var, çözemediğim’ demiş
İkinci, ‘aşk var, yandığım’ demiş
Üçüncü, ‘ölüm var, anlayamadığım’ demiş
Dördüncü, ‘dost var, aradığım’ demiş
Beşinci, ‘yâr var, yüreğime sığdıramadığım’ demiş
Altıncı, ‘kulluk var, yapamadığım’ demiş
Yedinci, ‘âhir var, evvelini göremediğim’ demiş
Sekizinci, ‘şükür var, edemediğim’ demiş
Dokuzuncu, ‘dua var, avuç açamadığım’ demiş
Onuncu, ‘gözyaşı var, dökemediğim’ demiş
Onbirinci, ‘son var, korktuğum’ demiş. Hancı, ‘la havle…’ diyerek işinin başına dönmüş.
Kırkın onbiri sıcak çorbalarını sessiz sakin içmişler. Birinci, ‘verdiğin nimetlere…’ deyip heybesinden çıkardığı ak benekli siyah bir boncuğu bırakmış kasenin yanına, doğrulmuş yerinde. İkinci, ‘verdiğin her bir parmağa…’ demiş, kızıl taşlı bir yüzük bırakmış.
Üçüncü, ‘verdiğin yüreğe…’ demiş, küt burunlu bir bıçak bırakmış.
Dördüncü, ‘verdiğin dile…’ demiş, küçük bir şişe bırakmış.
Beşinci, ‘verdiğin akla…’ demiş, gümüş rengi bir kağıt bırakmış.
Altıncı, ‘verdiğin aşka…’ demiş, mavi işlemeli bir mendil bırakmış.
Yedinci, ‘verdiğin varlığa…’ demiş, bir küçük ahşap kutu bırakmış.
Sekizinci, ‘verdiğin zamana…’ demiş, bir küçük torba kum bırakmış.
Dokuzuncu, ‘verdiğin imana…’ demiş, bir kuru dal bırakmış.
Onuncu, ‘verdiğin merhamete…’ demiş, bir toprak kase bırakmış.
Onbirinci, ‘verdiğin küll’e…’ demiş, pamuklu küçük bir kumaş parçası bırakmış ve kırkın onunun ardına düşmüş. Gün bitmiş, ay aydan aydın salınmış semada. Yıldızlar pervane, kandil misali geceye ışık tutmuş. Yollar patika olmuş, çayır olmuş, bozkır olmuş, ova olmuş. Yürümüşler, yürümüşler bir değirmenin yanına varmışlar. Kuyusundan su çekip içmişler. Birinci, ‘su var yaşatır, su var boğar’ diyerek kuyunun yanına oturmuş.
İkinci, ‘su var akar, su var dalgalanır’ demiş
Üçüncü, ‘su var tatlı, su var acı’ demiş
Dördüncü, ‘su var renkli, su var berrak’ demiş
Beşinci, ‘su var kayar, su var damlar’ demiş
Altıncı, ‘su var uçar, su var kalır’ demiş
Yedinci, ‘su var yıkar, su var yakar’ demiş
Sekizinci, ‘su var taşar, su var düşer’ demiş
Dokuzuncu, ‘su var bakar, su var çeker’ demiş
Onuncu, ‘su var sazlı, su var çiçekli’ demiş
Onbirinci, ‘su var kokulu, su var tuzlu’ demiş ve herbiri kuyunun etrafına dizilmiş.
Değirmenden bir adam onları seyretmiş uzaktan uzaktan. Varmış yanlarına, ‘içtiğiniz su, helal olsun’ demiş. O da oturmuş kırkın onbirinin yanına. Olmuşlar oniki. Uzakta bir yerlerde güneş gizlenmiş dağların ardına, uzakta bir yerlerde güneş doğmuş tüm ihtişamıyla.
Birinci kalkmış ayağa ilk, ‘bulmalı insan aradığını’ diyerek.
İkinci ardısıra doğrulurken, ‘bir de ne aradığını bilse’ demiş
Üçüncü, ‘bir de aradığının nerede olduğunu bilse’ demiş
Dördüncü, ‘öyle çok bilinmeyen var ki, hangisinden başlamalı’ demiş
Beşinci, ‘dağa çarpan yürek, iflah olmaz’ demiş
Altıncı, ‘sevda sevda dolandı yürek, mecnuna döndü’ demiş
Yedinci, ‘boş yürekte fesat gezinir’ demiş
Sekizinci, ‘verme sevgini bir değmeze’ demiş
Dokuzuncu, ‘ağla gönlüm, yırtıl yüreğim, ne çare’ demiş
Onuncu, ‘her yerde, her şeyde bir son mutlaka var’ demiş
Onbirinci, ‘azda karar kıl, ne istediğini bil’ demiş
Onikinci, ‘işle yüreğini, gören hayran olsun’ demiş ve kırkın onbirinin arkasından yürümeye koyulmus. Üç çam ormanını boydan boya geçmişler. Ara ara sincaplarla karşılaşmışlar, ara ara tavşanlar kaçmış önlerinden. Durmamışlar. Ormancının biri görmüş onları böyle ard arda yürürlerken. ‘ırak yoldan gelir gibisiniz; yolunuz düz, yokuşunuz iniş olsun’ demiş.
Birinci, ‘o yerler ırak değil, artık dönüşsüz’ demiş
İkinci, ‘hangi yana baksam, çaresiz’ demiş
Üçüncü, ‘ileride olan biten, belirsiz’ demiş
Dördüncü, ‘bir yol ki, bitimsiz’ demiş
Beşinci, ‘gördüğüm işler, biçimsiz’ demiş
Altıncı, ‘var mıdır sevda, çilesiz’ demiş
Yedinci, ‘varamaz kimse, aşksız’ demiş
Sekizinci, ‘aşk olmadan bu dizler, dermansız’ demiş
Dokuzuncu, ‘hiçbir lezzet, lezzet değil, acısız’ demiş
Onuncu, ‘dost var mıdır, dostsuz’ demiş
Onbirinci, ‘yürek yürek değildir, sevdasız’ demiş
Onikinci, ‘nice ölümler var, figansız’ demiş. Ormancı şöyle bir bakmış kırkın onikisine, önünden bir bir geçerlerken. ‘Allah Allah, bu ne iştir anlamadım’ demiş ve işine dönmüş.
Ağaçların arasında dolanmışlar, dolanmışlar; sonunda bir minik derenin yanına çökmüşler. Birinci, ‘bu güzellikler bir yansımadır’ demiş
İkinci, ‘asl olana bu gözler dayanmaz’ demiş
Üçüncü, ‘görünen, bir hayal dünyasıdır’ demiş
Dördüncü, ‘yoklar gerçekten yok mudur’ demiş
Beşinci, ‘ya varlar, varlar gerçekten var mıdır’ demiş
Altıncı, ‘akıl boş levhaydı, dileyen dilediğini yazdı’ demiş
Yedinci, ‘bir de ötelerin ötesi var, bilmediğim’ demiş
Sekizinci, ‘yükü öyle ağır ki yürek dayanamıyor’ demiş
Dokuzuncu, ‘sözün bittiği yerde gerçek dil konuşur’ demiş
Onuncu, ‘evreni oku, onda neler gizli’ demiş
Onbirinci, ‘ya şu gök, direkleri nerededir’ demiş
Onikinci, ‘yeraltı başka alem, yerüstü başka…’ demiş dalıp gitmiş suyun şırıltısına. Bir kuş gelip konmuş ağacın dalına, bir kuş uçmuş gitmiş başka ağaçlara. Mevsimin rengi yeşilmiş, sevdanın belli değil…
Onikinci kalkmış ilk ayağa, ‘susturamıyorum şu yüreği’ diyerek
Onbirinci, ‘ben sevdamı bilmem, o da beni bilmez’ demiş
Onuncu, ‘sesin nereden geleceği belli olmaz’ demiş
Dokuzuncu, ‘suda yürü batma, ateşe bas yanma’ demiş
Sekizinci, ‘yanarsan bir şeye yan, gerisi yalan’ demiş
Yedinci, ‘tacım olsa neye yarar, tahtım olmayınca’ demiş
Altıncı, ‘her şey bir avuç toprak’ demiş
Beşinci, ‘incinmeye yürek, incitmeye’ demiş
Dördüncü, ‘dalga dalga kıyıya vursam, kum olup aksam’ demiş
Üçüncü, ‘aktı bu gönül, kim durdura’ demiş
İkinci, ‘gönlü hoş eyleyeni, yedi kat gök tanır’ demiş
Birinci, ‘ilim olsa gerek kazmakla dibi görünmez’ demiş ve ard arda, önde kırkın onikincisi, arkada kırkın birincisi ayaklar nereye çekerse oraya yürümeye koyulmuşlar yine. Kulübeler çıkmış karşılarına, yayla kulubeleri. Al yanaklı çocuklar durup bakmışlar bu oniki garip insana, fısıldaşmışlar. Biri, ‘bunlar o masaldaki oniki asker’ demiş
Diğeri, ‘yok yok ne askeri, bunlar olsa olsa doğunun oniki dervişidir’ demiş
Bir diğeri, ‘ne asker, ne derviş bunlar bozkırın oniki dilencisi’ demiş
Başka biri, ‘hayır, bunlar o büyük devletin oniki elçisi’ demiş
Diğer biri, ‘bunlar oniki ayın oniki ismi’ demiş. Kırkın onikisi tepenin ardında kaybolana kadar seyretmişler çocuklar onları bir şeyler hayal ederek onlara dair ve dalmışlar oyuna, çarçabuk unutmuşlar gördüklerini.
Bir gençkız çıkmış karşılarına kırkın onikisinin. Elinde bir kova su varmış. Merak etmiş isimlerini, soruvermiş. ‘deyiverin adınız nedir?’
Onikinci, ‘sabır’ diyerek geçmiş kızın önünden
Onbirinci, ‘tevekkül’ demiş geçmiş
Onuncu, ‘rıza’ demiş geçmiş
Dokuzuncu, ‘niyet’ demiş geçmiş
Sekizinci, ‘remz’ demiş geçmiş
Yedinci, ‘itaat’ demiş geçmiş
Altıncı, ‘alamet’ demiş geçmiş
Beşinci, ‘lutf’ demiş geçmiş
Dördüncü, ‘idrak’ demiş geçmiş
Üçüncü, ‘karar’ demiş geçmiş
İkinci, ‘nimet’ demiş geçmiş
Birinci, ‘muhabbet’ demiş geçmiş. Kız bakakalmış arkalarından. Ne nedir anlayamamış. İsimlerin garipliğine mi takılmiş, isimlerin anlamına mı… kimse bilememiş.
Tepeleri bir bir geçmiş kırkın onikisi, bastıkları her yer yol olmuş onlara. Kırkın onüçüncüsü, kırkın onikisini böyle tepe tepe aşarken görmüş. Birincinin ardından ilerlemiş. Olmuşlar kırkın onüçü. Günler geçmiş, toprak bir kızıllaşmış, bir sararmış. Bir otlanmış, bir çoraklaşmış… Çorak topraklardan kırkın ondördüncüsü onüçüncünün ardına takılmış. Olmuşlar kırkın ondördü. Günlerce ne ses çıkmış birinden, ne bir kelime.
Yürümüşler, yürümüşler. Kırkın ondördü boncuk gibi dizilmişler. Köyler geçmişler, şehirler geçmişler. İnsanlar onları görmüşler, onlar insanları görmemişler. Lal olmuş gibi hallerinden, insanlar tedirgin olmuşlar. Şehrin birinde, bir meydandan geçerlerken insanların yüksekçe bir yerin çevresinde toplandığını farketmişler. Topluluk arasından, sırayla birilerinin o yüksek yere çıkıp bir şeyler söylediğine, sonra sırayı başkasına bırakarak aşağı indiğine şahit olmuşlar. Durmuşlar. Uzaktan seyretmeye başlamış kırkın ondördü.
Yaşlıca bir adam çıkmış, ‘gerçek vardır bilinmez, gerçek vardır gizlenir’ demiş
Bir kadın, ‘gerçeklere kim set çeke, sonu acı’ demiş
Bir çocuk, ‘benim gerçeğim oyun sopamın ucunda’ demiş
Bir gençkız, ‘gerçeğin bilinmesine hizmet et’ demiş
Bir nine, ‘gerçek belki çiçeğin kokusunda, belki kuşun kanadında’ demiş
Bir adam, ‘gerçek hangi ağacın meyvesi, hangi toprağın rengi’ demiş
Birinci kalkmış ayağa ilkin, ‘her bilinen gerçek midir’ demiş yürümeye başlamış
İkinci, ‘set ol kötülüğe, set ol zulme’ demiş birincinin ardına düşmüş
Üçüncü, ‘zulüm gerçeği örten en acı giysidir’ demiş
Dördüncü, ‘öyle bir giysi seç ki kendine hesabı kolay olsun’ demiş
Beşinci, ‘hesabı nasıl kaldırır yürek’ demiş
Altıncı, ‘yürek hassastır, lakin gücü de vardır’ demiş
Yedinci, ‘güç doğru yerde kullanılmalı’ demiş
Sekizinci, ‘doğruyu bulmak içindir akıl’ demiş
Dokuzuncu, ‘akıl herkeste var, lakin kullanan az’ demiş
Onuncu, ‘azda bereket gizli olabilir’ demiş
Onbirinci, ‘bereket toprakta, toprak her şeyi temizler’ demiş
Onikinci, ‘toprak ne söyler, anlayana her şey’ demiş
Onüçüncü, ‘anlam bir gizli sır’ demiş
Ondördüncü, ‘sır öyle çok ki bu alemde, alemin sırrı da bir başka’ demiş ve kırkın ondördü yine ard arda dizilmişler.
Meydandaki topluluk onları hayret içinde ve sessizce dinlemişler. Birden aralarından on kişinin öne çıktığını görmüşler. Bu on kişinin birincisi, ‘yolum ardınızda belki, bir de sizinle söyleşelim’ demiş kırkın onbeşincisi olarak ondördüncünün arkasından yürümeye başlamış. İkinci, ‘buralarda değil belki aradığım, bir de uzakları denemeli’ demiş ilerlemiş kırkın onaltıncısı olarak.
Üçüncü, ‘bulana dek dönmek yok’ demiş, onyedinci olmuş.
Dördüncü, ‘zaman geçiyor, ben hala tedirginliğimi çözemedim’ demiş, onsekizinci olmuş.
Beşinci, ‘gece ile gündüzün var mı anlamını bilen’ demiş, ondokuzuncu olmuş.
Altıncı, ‘ya göklerin direklerini gören var mı’ demiş, yirminci olmuş.
Yedinci, ‘ya nehirlerin nereye aktığını bilen var mı’ demiş, yirmibirinci olmuş.
Sekizinci, ‘ya yıldızlar neden süslerler göğü’ demiş, yirmiikinci olmuş.
Dokuzuncu, ‘sora sora mı öğrenir insan, göre göre mi’ demiş, yirmiüçüncü olmuş.
Onuncu, ‘hakikat nerede gizlidir ki, bulan var mıdır’ demiş ve kırkın yirmidördüncüsü olmuş.
Kırkın yirmidördü yavaş yavaş uzaklaşırken, meydandaki insanlar anlamamışlar bu on kişinin neden diğerlerinin peşinden gittiklerini. Bir adam, ‘kalmak mı çözüm, gitmek mi’ demiş başını sallaya sallaya uzaklaşmış oradan. Bir dede ellerinin titremesini durdurmaya çalışırken, ‘bir ömür geçti işte yeryüzünde, sırtımda bir kambur var, defterimse dolu’ demiş ve bastonuna tutuna tutuna sokaklardan birine yönelmiş. Bir kadın, ‘ağladım çokça, ne işe yaradı dövünmek, böyle geçiyor ömür’ demiş bir çocuğu kucağına alıp gitmiş oradan. Herkes dönüp konuşma taşına bakmış. Bir gençkız, ‘konuşmak iyi, fakat bir dinleyen olmalı, bir anlayan olmalı’ demiş koşarak uzaklaşmış. Sonra bir bir dağılmışlar meydandakiler, başları eğik. Biri mırıldanmış kendi kendine, ‘sora sora mı bulur insan, yoksa sora sora mı kaybolur’…
Günler geçmiş, kırkın yirmidördü hangi yöne yöneldiklerine bile bakmadan ilerlemişler ağır ağır. Bir gölge ardlarından ilerliyormuş çok zamandır, farketmemişler ya da farketmişler de ilgilenmemişler gölgenin sahibiyle. Yürümüşler, yürümüşler. Bir saray çıkmış karşılarına. Bahçe duvarları dimdik uzanıyormuş göğe. Kapılar kapalıymış. Kimsecikler görünmüyormuş etrafta. Oturmuşlar saray bahçesinin duvarlarından birinin önüne. Ağaçların gölgesi serin, güneş sıcakmış. Nereden geldiği bilinmeyen biri geçmiş karşılarına oturmuş, ‘Dünya yürümekle bitmez’ diyerek. Birinci, ‘her şeyin bitmesi gerekir mi’ demiş. İkinci, ‘ölüm müdür bitim, yoksa ölüm müdür başlangıç’ demiş. Üçüncü, ‘başı sonu belli olmayan bir yerde miyiz’ demiş. Dördüncü, ‘yer yurt neye gerek, yürek huzur bulmadıktan sonra’ demiş. Beşinci, ‘yurt var çeker kendine, yurt var iter dışarı’ demiş. Altıncı, ‘içte bin olmak, dışta bir’ demiş. Yedinci, ‘bir olsa yürekler, kalır mı zulüm’ demiş. Sekizinci, ‘zulme kapı aralayanın vay haline’ demiş. Dokuzuncu, ‘kapılar çok, hangisini açacağın önemli’ demiş. Onuncu, ‘hangi kapıdan girersen gir, yüreğin çıkacaktır karşına’ demiş. Onbirinci, ‘yürekten kaçarbilir mi insan’ demiş. Onikinci, ‘kaçmak çözüm müdür ya’ demiş. Onüçüncü, ‘her çözüm başka bir karmaşa değil midir’ demiş. Ondördüncü, ‘en büyük karmaşayı yürek yaşar, ya kimdir onu karıştıran’ demiş.
Bir başkası çıka gelmiş o ara. Geçmiş karşılarına oturmuş, diğerinin yanına, ‘sözleri iyi seçmeli insan’ diyerek. Onbeşinci, ‘söz var uçar, söz var dolaşır dilden dile’ demiş. Onaltıncı, ‘dil var acı, dil var tatlı’ demiş. Onyedinci, ‘dil var sessiz, dil var feryat feryat’ demiş. Onsekizinci, ‘dil var yakar, dil var söndürür’ demiş. Ondokozuncu, ‘dil var sürükler, dil var boğar’ demiş. Yirminci, ‘dil bilmezden uzak ola insan’ demiş. Bir başkası çıkagelmiş, ikisinin yanına oturmuş, ‘dilin söylediğini duymalı kulak’ diyerek. Yirmibirinci, ‘dili anlayan var, dili duyan bir de’ demiş. Yirmiikinci, ‘kulak duysun, dil söylemesin’ demiş. Yirmiüçüncü, ‘dokuzuncu boğumda durmalı söz’ demiş. Yirmidiördüncü, ‘söz var dünya peşinden gider, söz var bir kulaktan girer bir kulaktan çıkar’ demiş. Bir başkası gelmiş üçünün yanına oturmuş, ‘insan hangi sözün ardına düşeceğini iyi bilmeli’ demiş. Susmuşlar. Susmuşlar. Önce birinci doğrulmuş yerinden. Yürümüş. Hepsi bir olmuşlar yürümede. Kırkın yirmidördü olmuş kırkın yirmisekizi. Sarayın kapısına gelmişler. Kapı o sıra açılıvermiş. Kimseleri görememişler, lakin bu kapının açılmasını bir davet saymışlar. Hep bir olup kırkın yirmisekizi sarayın muhteşem behçesinde buluvermişler kendilerini. Kelam az gele bu bahçeyi tarife. Susmuşlar. Bakmışlar bir, o kadar.
Yürümüşler yürümüşler bir başka kapı daha onlar varmadan usul usul açılmaya başlamış. Bu kapı da bir başka bahçenin kapısıyımış. İlk bahçenin rengi koyu yeşil, kokusu çam kokusunu andırırmış. İkinci bahçe kızıl renkte, meyveli ağaçlarla doluymuş. Yürümüşler. Koku insanı başka alemlere götürür gibiymiş. Yürümüşler. ‘Dünya mıdır insanı büyüleyen böyle’ diye düşünmüşler. Kırkın yirmisekizi hayran mı şaşkın mı belli değil.
Bir başka kapının yanına varmışlar, ama bu kapı açılmamış nedense diğer iki kapı gibi. Bakmışlar bakmışlar bakmışlar… Açan olmamış kapıyı. Davetsiz yere girmekte ısrara ne gerek demiş duvar dibine oturmuşlar. Biri, nereden geldiği belli olmayan biri yanlarına yanaşmış. ‘Hazır olun, gücünüzü toplayın, zor olandan kaçmayın, direnin’ demiş ve birden kanatlanıp kuş olmup uçmuş gökyüzüne. Kırkın yirmisekizi sus pus ne düşüneceklerini bile şaşırmışlar.
Aradan epey bir zaman geçmiş, gün batmak üzereyken kapının açıldığını farketmişler. Kırkın yirmisekizi vakit geldi demek diye düşünerek kalkmışlar oturdukları yerden. Bu sefer kapıdan geçer geçmez kendilerini bekleyen bir dizi askerin olduğunu görmüşler. Selam vermiş askerler kırkın yirmisekizine. Selam almış kırkın yirmisekizi de. ‘buyrun’ diyerek yol göstermiş askerler. Kimse sormamış, kimse de soru beklemiyormuş zaten.
Bahçenin çimlerine yerleştirilmiş yuvarlak taşların üzerine basa basa ağaçların arasında ilerlemişler askerler ve kırkın yirmisekizi. Bir süre sonra dev bir saray görünür olmuş yaprak aralarından. Durmamış kimse binaya doğru yürümeye devam etmişler. Dev basamaklardan bir bir-bir bir çıkarak saraya girmişler. Padişah onları bekliyormuş. Tez haber uçuranları varmış meğer.
Hemen huzura alınmışlar. Padişah hemen konuya girmiş. ‘Elimizde on iki cümle var. Her cümlenin yarısı var, yarısı yok. Tamamı eksik cümleler. Bu cümlelerin tamamlanıp büyük sırrın çözülmesi gerekiyor. Bu sır çözülmezse kızım Nerva asla mutlu olamayacak. Sarayımızda bu iş için bulunan oniki kişi var. Her birine bir cümle düşüyor. Fakat üç aydır bir cümleyi bile tamamlayan olmadı. Vakit azalıyor. Nerva onsekiz yaşına bastığı gün bu cümlelerin tamamlanmış olması gerekiyor. Sizin bize yardımcı olabileceğinizi düşünüyoruz. Bu yüzden buradasınız. Dilerim yapabilirsiniz.’
Kırkın yirmisekizi pek olandan bir şey anlamasa da yardım edebilmeyi ümid etmiş. Emriyle padişahın yarım bırakılmış cümleler bir bir okunmuş. Ne yaprak oynamış, ne kuş uçmuş bir yerden bir yere. Ta ki oniki eksik cümle söylenene dek.
1- Halka, bir nokta idi başlangıçta
2- Nokta dediğin ısırılmamış, dişlenmemiş bir elma
3- Hafıza elmayı hikaye eder kuytularda
4- Nasılsa karışacak ten türaba
5- Vuslatın yolu nedir bir de biz bilelim dersen
6- Ne kadar çok yürek varsa çarpan
7- Halka dediğin tepeden tırnağa aşktır
8- Madem ki alem adem, adem de alem içindedir
9- La-mekanız, bi-mekanız
10- Adem manaya derler
11- Hızlanır nokta
12- Kül oluruz yana yana
Bir sessizlik, noktası olmuş eksik cümlelerin. Oniki cümlede varsa bir sır çözülmelidir. Varsa bu sırrın bir çözümü bulunmalıdır. Sır dediğin çözülmek içindir. Her sırrın olmalıdır bir anahtarı. Anahtar belki her kapıyı açmaz. Ama her kapının vardır bir anahtarı. Bulunmalıdır.
Kırkın yirmisekizi askerlerin gösterdiği geniş bir salona meyletmişler usul usul. Yüzlerce kişinin rahatlıkla konuk edilebileceği bu salonda herkes bir köşe seçmiş yerleşmiş. Ardından oniki kişi girmiş salona. Olmuşlar kırk kişi. Her kişinin elinde cümleler, düşünmeye koyulmuşlar.
İlkin kırkın birincisi; ‘Halka, bir nokta idi başlangıçta, ne küçüktü ne büyük’ demiş.
İkinci, ‘ne yerdeydi ne arşta çünkü sadece o vardı’ demiş
Üçüncü, ‘Nokta dediğin ısırılmamış, dişlenmemiş bir elma; elma diri, elma sulu ve kan kırmızıydı’ demiş
Dördüncü, ‘ne zaman ki diş geçirildi elmaya, ne zaman ki o kırmızı cevher oldu ikipare’ demiş
Beşinci, ‘ben, sen davası çıktı ortaya ayrı düştük gayrı düştük’ demiş
Altıncı, ‘vakit yitirmeden dönelim dersen sılaya, bir iken çok olduk’ demiş
Yedinci, ‘çok iken bir olalım dersen hatırla’ demiş
Sekizinci, ‘Hafıza elmayı hikaye eder kuytularda, kuytularda işimiz ne varalım meydana’ demiş
Dokuzuncu, ‘varalım dersen meydana, varıp da konuşturalım dili olmayan kitabı’ demiş
Onuncu, ‘bil ki dervişlik dediğin ne hırkadadır ne taçta’ demiş
Onbirinci, ‘inci sedef lal u gevher beri dursun’ demiş
Onikinci, ‘Nasılsa karışacak ten türaba, yeter ki sen seni bil sen seni’ demiş
Onüçüncü, ‘ne de olsa derya ummandır balığa, kendinde gör onsekizbin alemi’ demiş
Ondördüncü, ‘fehmeylemekse maksadın bu sırrı, bedehu duralım dara’ demiş
Onbeşinci, ‘Vuslatın yolu nedir bir de biz bilelim dersen, lüzum yoktur yola yordama’ demiş
Onaltıncı, ‘Ne kadar çok yürek varsa çarpan, ne kadar çok gönül gözü varsa dost cemaline müptela’ demiş
Onyedinci, ‘o kadar çok yol yordam var demektir’ demiş
Onsekizinci, ‘var kendin hesapla’ demiş
Ondokuzuncu, ‘kimileri hesap kimileri feryat ederken, döner durur halka’ demiş
Yirminci, ‘Halka dediğin tepeden tırnağa aşktır, orada yer yoktur gazaba’ demiş
Yirmibirinci, ‘ben dönerim o döner halka döner’ demiş
Yirmiikinci, ‘öyle bir halkadır ki bu kimsecikleri bırakmaz dışında’ demiş
Yirmiüçüncü, ‘haber salın börtü böceğe, kurda kuşa, yedi iklim, köşe bucağa ve burnumuzun dibinde gizlenen Kaf dağına’ demiş
Yirmidördüncü, ‘kardeşiz cümle mahluka’ demiş
Yirmibeşinci, ‘Madem ki alem adem, adem de alem içindedir, yetmiş iki millete bakarız aynı nazarla’ demiş
Yirmialtıncı, ‘ballar balını bulmak için, kolkola girip bir öne bir arkaya’ demiş
Yirmiyedinci, ‘kovanımızı yağma etmek için, ‘hu’ çekmek her nefes alışta’ demiş
Yirmisekizinci, ‘La-mekanız, bi-mekanız, kah orada kah burada’ demiş
Yirmidokuzuncu, ‘el, ayak, baş, suret ile kaş değil’ demiş
Otuzuncu, ‘Adem manaya derler, mana ki noktada saklıdır’ demiş
Otuzbirinci, ‘nokta ki kadrince kadirdir’ demiş
Otuzikinci, ‘ve dahi dört kitabın elifbasıdır’ demiş
Otuzüçüncü, ‘dervişlik davası güdene, rıza lokmasını zoraki sindirene bir çift lafımız vardır’ demiş
Otuzdördüncü, ‘Hızlanır nokta, döner nokta’ demiş
Otuzbeşinci, ‘bir feryat kopar bağrından’ demiş
Otuzaltıncı, ‘Kül oluruz yana yana, ben sen gider’ demiş
Otuzyedinci, ‘can canan gider’ demiş
Otuzsekizinci, ‘aşık maşuk biter’ demiş
Otuzdokuzuncu, ‘nokta halkaya devreder’ demiş
Kırkıncı, ‘öyleyse ne başlangıç, ne son’ demiş
Sözler tamamlanmış böylece. O sırada kapı açılmış biri girmiş koccaman salona. Bakınmadan sağa sola, ‘sadece bir orta nokta’ demiş ve bir kenara oturmuş. Olmuşlar kırkbir kişi. Söylenenler katiplerce kaleme alınıp doğruca padişaha sunulmuş.
Nerva ol mekanda mutlu mesud, padişah mutmain yolcu etmişler kırkbir kişiyi saraydan. Demişler ‘sarayımız büyük, herdaim burada yaşayın’
Kabul görmemiş bu talep. ‘bir karşılık vermemiz lazım, dileyin’ demişler. Kırkın kırkı susmuş, kırkın kırkbirincisi bir adım öne çıkmış. ‘affedin ama şu geniş topraklarınızda küçücük bir toprak parçası bahşetseniz de bir ülke kursak kırkbirimiz bir yerde’
Kırkbirincinin bu isteği hayret ki kabul edilmiş.
Dervişlere verilen ülke…
Bir ülke ki, adı sanı duyulmamış; bir ülke ki, kitaplarda adına hiiiiç rastlanmamış; bir ülke ki, ninnilerde ona yer verilmemiş; bir ülke ki, masallar bile onu tanıtamamış…
Bir ülke ki, onu bir kişi dilemiş, kırkbir kişiye mesken olmuş…
Bir ülke ki, adını kırkbirinci kişi vermiş: Çonkazat…
Bu masal da burada bitmiş
Az gitmiş, uz gitmiş
Dünya alem gezinmiş
Dilden dile geçmiş….
Naz Ferniba